5 Kas 2023

Kızagan İle Umay

Kızagan, göklerin ve savaşın öfkesini taşıyan bir tanrıydı. Günlerini savaş alanlarının tozlu atmosferinde, kılıçlarının çelik şarkısını bestelerken geçirirdi. Her adımı, yerin titremesine sebep olur, gözleri, ateşin en kızıl halini yansıtırdı. Ancak bu öfke, sadece düşmanlarını korkutmak için değil, aynı zamanda onun en derinlerdeki savaşçı ruhunu da ifade ediyordu. Yine de, savaşın tüm bu kaos ve gürültüsü içinde, Kızagan yalnızdı.







Umay, evin ve ocak başının sıcaklığını temsil eden, sevgi ve şefkat dolu bir tanrıçaydı. Onun varlığı, çiçeklerin açmasına, yabanıl ormanların sakince mırıldanmasına neden olurdu. Umay'ın dokunuşu, etrafındaki her şeyi altın bir huzur ile kaplardı. İnsanlar, onun etrafında toplanır ve huzur bulurdu. Evleri, onun bereketiyle dolup taşardı. Ve böylece, her ne kadar farklı dünyalara ait olsalar da, Kızagan ve Umay'ın yolları, kaçınılmaz bir şekilde kesişmeye başladı.


Bir gün, Umay'ın yeşil ve büyülü topraklarına, savaşın izlerini taşıyan Kızagan geldi. Gözleri artık savaş alanlarının alevlerini değil, karşısındaki bu huzur ikliminin yeşilliklerini yansıtıyordu. Umay, onun bu halini gördüğünde, önce üzüldü, sonra ise içindeki merhametle harekete geçti. Yavaşça Kızagan'a yaklaştı ve elini onun zırhlı koluna koydu. Bu dokunuş, Kızagan'ın içindeki öfkeyi sakinleştiren bir melodi gibiydi. İki tanrı, birbirlerinin gözlerine bakarken, öfke ile sevginin mücadelesini sessizce yaşadılar.

O günden sonra, Kızagan ve Umay, birbirlerinin dünyalarına adım attılar. Umay, Kızagan'ın öfkesine şahit oldukça, ona sakinlik ve huzur vermeyi öğrendi. Kızagan ise Umay'ın dünyasında, savaşçı olmanın ötesinde bir yaşamın mümkün olduğunu keşfetti. Birlikte, yeşilin ve barışın hüküm sürdüğü, küçük bir kulübede yaşamaya başladılar. Ve böylece, zamanla, Kızagan'ın öfkesi dindi, Umay'ın sevgisiyle yoğruldu. İkisi, birbirlerinin kollarında, savaş ve ocak başının, öfke ve sevginin, birleştiği bir hikayenin kahramanları oldular.

Bir zamanlar, tanrıların bile nadiren ayak bastığı, büyülü bir yeşillikler diyarı vardı. Burası, Umay'ın yüreğinin atışlarını takip eden, her köşesi ocak sıcaklığında bir cennetti. Gökyüzünden süzülen güneş ışınları, yerdeki çiçeklerle oynaşır, her sabah onları altın bir sevinçle uyandırırdı. Umay'ın varlığı, bu toprakları bereketin ve huzurun sınırsız akışına dönüştürmüştü.


Bu diyarın dışında, karanlık ve gürültülü bir dünya yatıyordu; Kızagan'ın dünyası. Yüzyıllar boyu, kılıcını savaş meydanlarında sallamış, birçok zafer kazanmıştı. Ancak her zaferin ardından, içinde büyüyen boşluğu biraz daha hisseder olmuştu. Bu öfke tanrısı, savaşın ve gücün ötesinde bir anlam arayışındaydı.


Bir gün, kaderin cilvesiyle, Kızagan savaş alanından ayrılıp, Umay'ın diyarının sınırına geldi. Ormanın kenarında, zırhının ağırlığı omuzlarında hissedilirken, karşısında açılan yeşil ve huzurlu manzara, onun yorgun ruhuna ilaç gibi geldi. Adımlarını bilinmezlik içinde sürdürürken, Umay'ın diyarının sakin güzellikleri onu sarhoş etti. Bu, savaşın değil, yaşamın kendisinin müziğiyle dolu bir yerdi.


Umay, tanrıların gücüne ve insanların kalplerine dokunabilen nadir varlıklardan biriydi. Evinin sıcaklığını, etrafına yaydığı sevgi dolu gülümsemesiyle paylaşırdı. Kızagan, Umay'ın evine yaklaştığında, kalbindeki savaşın sesi hafifledi, kılıcının soğuk çeliği, ocak başının sıcaklığıyla eriyordu.


Ve öyle oldu ki, Umay, kapısının önünde duran bu savaşçıya baktığında, içinde bir şefkat uyandı. Onun yüzündeki izler, sadece savaşın acımasızlığını değil, aynı zamanda bir kahramanın yalnızlığını da anlatıyordu. Umay, kapısını ve kalbini açtı, ve Kızagan, o gün ilk defa, bir savaşçı olarak değil, bir yoldaş olarak kabul gördü.


İkili, birbirlerinin dünyalarını keşfederken, zamanın akışı unutulur, mevsimler değişir ama onların bağları daha da güçlenirdi. Umay, Kızagan'e huzurun ve sevginin, savaş meydanlarında bulamayacağı bir zafer olduğunu öğretti. Kızagan ise, Umay'ya, korumasız bir kalbin bile, savaşın ortasında bile olsa, nasıl sıcak tutulacağını gösterdi.


Her sabah, Kızagan, Umay'ın yanında uyanmanın verdiği huzuru hissederek güne başlardı. Ve her gece, Umay, Kızagan'ın kollarında, güvende ve sevildiğini hissederek uykuya dalardı. Birbirlerine verdikleri bu sakinlik ve sevgi, onların dünyalarını değiştirmişti. Umay'ın yeşil diyarında, bir savaş tanrısının bulduğu huzur, sadece bir efsane değil, gerçek bir hikaye haline gelmişti.


Umay ve Kızagan'ın aşk hikayesi, sadece iki tanrının bir araya gelmesinden daha fazlasını temsil ediyordu. Onların hikayesi, zıtlıkların uyum içinde bir arada yaşayabileceğinin, sevginin ve anlayışın her engeli aşabileceğinin bir kanıtıydı. Bu, evrenin kendisi kadar eski, yıldızların altında sürekli yeniden yazılan bir aşkın öyküsüydü.


Kızagan, bir zamanlar kükreyen öfkesinin, Umay'ın sevgisiyle nasıl durgun bir göle dönüştüğünü hayretle izliyordu. Onun yanında, savaşın tanrısı bile huzuru tatmıştı. Ancak içindeki savaşçı asla tamamen susmazdı; öfke, ruhunun derinlerinde, uyuyan bir volkan gibi beklerdi.


Bir gün, bu sakin diyara uzak diyarlardan gelen bir haber dalgası vurdu. Savaşın yankıları, Kızagan'ın içindeki ateşi tekrar alevlendirdi. Göklerin ve yeryüzünün titremesine neden olan bu çağrı, onun en derinlerde yatan doğasına dokunmuştu. Umay, Kızagan'ın içindeki bu değişimi anında fark etti. Onun gözlerindeki huzur yerini, eski bir tanıdığa, öfkeye bırakmıştı.




O akşam, Umay, Kızagan'ın yanına yaklaştı. Onun savaşa olan özlemini, vücudunun her hücresinde hissedebiliyordu. Fakat ona sadece şefkatle bakabiliyordu. Öyle bir bakıştı ki, bu bakış içindeki fırtınaları dindirebilir, yıldırımları yerine çakmaktan alıkoyabilirdi.


Kızagan, Umay'ın gözlerine baktığında, onun endişesini ve anlayışını gördü. O, savaş tanrısının eşi olarak onun yanında dururken, onun öfkesine karşı koyabilen tek varlıktı. Umay, nazik bir dokunuşla Kızagan'ın zırhlı elini tuttu ve ona fısıldadı, "Öfkeni anlıyorum, ama unutma ki savaş seni çağırsa da, burada, evinde, barışın ve sevginin sıcaklığı seni bekliyor."


O gece, Umay ve Kızagan, yıldızların altında, sessizce birbirlerine sarıldılar. Umay'ın sevgisi, Kızagan'ın içindeki öfkeyi sakinleştiren bir melodi gibi yankılandı. Ve o an, Kızagan, savaşın ve öfkenin ötesinde bir yaşamı, Umay'ın yanında bulduğu huzuru seçti. O, öfkenin yerini sevginin almasına izin verdi.

Zaman, yeşilin ve huzurun diyarında, kendi ritmiyle akıp gitti. Kızagan ve Umay, birbirlerinin varlığıyla dolu günler yaşadılar. Birlikte, küçük bir kulübe inşa ettiler, bu kulübe onların aşkının ve birlikteliğin simgesi oldu. Kulübenin her bir tahtası, her bir çivisi, onların ortak emeği ve sevgisiyle bir araya gelmişti.


Kulübenin içinde, Umay'ın ocak ateşi yanıyor, evi sıcak ve davetkar kılıyordu. Kızagan, her gün bu ateşin karşısında oturuyor, savaşçı olarak yaşadığı günleri anımsıyor, fakat şimdi bir barış elçisi olarak yeni bir yol çiziyordu. Umay, onun yanında, evin sıcaklığını sağlayan, sevginin ve şefkatin ateşini yükselten bir varlık olarak duruyordu.


Bir gün, bu huzurlu yaşamın içinde, Kızagan ve Umay birbirlerine sıkıca sarılarak, dış dünyanın karmaşasından uzakta, kendi dünyalarını yarattılar. Onlar, aşkın ve anlayışın, öfke ve savaşın üstesinden gelebileceğinin canlı kanıtıydılar.


Umay ve Kızagan'ın hikayesi, sadece ikisinin değil, tüm varoluşun özündeki umudu ve sevgiyi temsil ediyordu. Onların birlikteliği, karanlık zamanlarda bile, evin sıcaklığının ve yüreğin ateşinin her zaman yanabileceğini hatırlatıyordu.


Ve böylece, Umay ve Kızagan, kendi küçük cennetlerinde, birbirlerine verdikleri sevgiyle, mutlu ve huzurlu bir hayat sürdüler. Yıllar geçse de, onların aşk hikayesi, zamanın ötesine geçen bir efsane olarak anlatılmaya devam etti.


Ve eğer dünyanın bir yerinde, bir yürek ateşi yanıyorsa, bilin ki bu, Umay ve Kızagan'ın aşkının sıcaklığıdır. Bu aşk, öfkenin sessizliğini bozmuş ve bir tanrının kalbine huzur getirmiştir. Bu, sonsuza dek sürecek bir aşkın, bir evin ve bir yüreğin hikayesidir.


19 Nis 2022

Hesaplaşma

 Ben... ben bunu yapmayı hiç istememiştim. Aslında istedim ama istediğim şey bu değildi. Tam olarak... Ah saçmalıyorum yine. Ellerimdeki kan henüz kurumadı ve ben bir zamanlar karşısında mum alevi gibi titreyerek durduğum çocuğun akciğerini sırtından söktüm.

Biliyorum... Kulağa iğrenç, tiksindirici, ürkütücü, korkutucu gibi pek çok şekilde geliyor ama benim bunun için ne kadar sabırla beklediğimi bilemezsiniz. İblis’in kaderi ne kadar cennetten kovulmaksa benim de kaderimin bu olduğunu onu ilk gördüğüm anda anladım. ‘Ben bu çocuğu öldüreceğim.’ Bunu düşündüğümden 15 dakika öncesine kadar hiç kimsenin haberi yoktu. 15 dakika önce yalnızca ona söyledim. Şimdi bir de siz biliyorsunuz. Bilirsiniz en güzel romanlar üzerine düşündüren muhteşem bir sonla biter. Onun son duyduğu şey ‘Bu anı yıllardır bekliyorum.’ oldu. Bence muhteşem bir son. O gün geldi ve o mumun nazik alevi, onun ciğerini söktü. Hahaha... Bu gece yıllar sonra rahat bir uyku uyuyacağım.

Haklı olarak soracaksınız şimdi; Bu öfke niye? Ne oldu? Hemen söyleyeyim; Kalbimle birlikte parçalanan resim çantamın intikamını aldım. Bunun yanında kuş tüyü kadar zayıf özgüvenimin ve görece ufak bedenimin, bir haftalık kemanımı korumaya çalışmak zorunda kalmanın da intikamıydı o. Her an acaba nereden zarar verilecek endişesinin, bugün lütfen olaysız kapıdan çıkayım dualarımın, gücüm yetmediği için ulvi bir gücün beni savunmasına muhtaçlığımın intikamıydı bu.

Bugün tam 20 yıl 10 ay 19 gün oldu. Bratz bebekleri baskılı, koyu pembe, o çok sevdiğim dosyam ve içindeki özenle yaptığım el işi ödevlerim... Hala kulağımda biliyor musunuz o ‘Çocuk gibisin. Çocuk gibi resim dosyan! Senden nefret ediyorum! İçindeki o mıy mıy bebekten, bir türlü büyümeyen bedeninden tiksiniyorum!’ diyen yeni ergen çatlaklarıyla dolu sesi. Ateş saçan yeşil gözleri bana bağırırken yerlerinden çıkacak gibi kabarırdı. Öyle bir öfkesi ve nefreti vardı bana ve bana ait olanlara. Hepsini söylerken o kadar gerçekti ki söyledikleri... kalbim kırılırdı. Başka kimseye yapmazdı. Bir tek bana gücü yeterdi. Ama bugün benim ona gücüm yetti.

Yaptığımı Adli Tıp dersi verir gibi anlatıp bir sürü Latince kelimeyle zihninizi bulandırmayacağım. Canını alanın bir zamanlar dosyasını kırdığı o cılız kız çocuğu olduğunu bilin, yeter. Ne kadar az bilirseniz o kadar iyi. Hem... polisle de uğraşacak zamanım yok. Madem ettik bir hayır tutup kulağından ayırmak gerek.

Ay annesi ağlayacak bir de buna şimdi değil mi? ‘Ah Çakır gözlüm. Ah güzel kokulu yavrum.’ diye tabutunda ağıtlar yakacak. Ağladığı evladını azıcık tanıyor muydu acaba? Bir de çok merak ediyorum ya o tabutta ben olsaydım... Ya ölen ben olsaydım? Üçüncü sayfaya haber olarak bile konulmaya gerek bulunmayan, hepinizin ‘sıradan’ diyip geçtiği haberin öznesi ben olsaydım diyecek miydiniz aynı şeyi? Bir kişi gelip ‘Gözlerini gören kirpiğine kıyamazdı. Nasıl kıydınız gencecik kıza?’ diyecek miydi? Ben söyleyeyim; demeyecekti. Bu yüzden bu hikayedeki ‘cani’ benim. Çünkü ben birinin gözyaşı sebebi olmak istemem. Yani istemezdim. Ama o benim gözyaşlarımdan kendi müstakil evine havuz yaptı. Ben de o havuza omuzlarındaki akciğerleriyle attım.

Ve siz... her şeyi kenardan izleyen sayın (!) seyirciler, peki siz ne yapıyordunuz tüm bunlar olurken? Elde çekirdek, çıt çıt değil mi? Böyle tuzlu tuzlu, dudaklarınız şişmiş halde ‘Filanca falancaya şöyle yaptı böyle etti. Falanca da sustu kaldı öyle her zamanki gibi biliyor musun?’ diyordunuz. Onları da duydum ben ama daha durun canım; bi bekleyin, daha o çekirdeklerle işimiz var.

28 Oca 2021

Derinden

Kızılay'da arkadaşlarımla buluştuğum bir kış günü. İçimde az önce çıktığım kafenin ve içtiğim sıcak çikolatanın sıcaklığı var. Arkadaşlarımdan az önce ayrıldım. Havada yalnız Ankara'ya yakışan keskin ayazla göğe bakıyorum. Göğün kızarıklığı yarın yağacak karın habercisi. Annem olsa öyle derdi. Gökyüzü kırmızı - turuncu gibi olunca dışarıda ayaz vardır ve ertesi gün ya da o gece mutlaka kar yağar. Yağmur değil, mutlaka kar. Ben hiç bilemem ama annem hep bilir. 

Tuzlu gözyaşlarım yanaklarımı sızlatarak akıyor. Geçtikleri yolu ince bir sızıyla hissediyorum. Tam şu an biri görse beni "Kim bilir ne derdi var garibin" der. Oysaki hiç bir derdim yok, gerçekten. Sadece bebeklikten beri benimle olan kronik sinüzitim var. Her sene "Seneye kesin ameliyat olup kurtulacağım şundan" dediğim fakat asla cesaret edemediğim...

Reşit değilken "Reşit olunca" diyordum, reşit olunca da "Ameliyat çözüm değilmiş. Ameliyat olanlar yine çekiyormuş aynı şeyleri" demeye başladım. En son bir ödlek tavuk olduğuma karar verip tamamen vazgeçtim. Kesilmeyen ve nerede çatırdayacağı belli olmayan sinüslerimle yaklaşık 4 yıldır olabildiğince tatlı şekilde geçinip gitmeye çalışıyorum. 

Yarın hatrı sayılır bir ağrım olacak, eminim. Ne zaman burnumun ucunu atkımdan dışarı çıkarsam ertesi günüm kapalı kayıt geçer. Ve ben az önce tüm yüzümü bir kırmızı hatrına göğe çevirdim. Alkışları ve tebrikleri yaldızlı kulisimde alıyorum. 

Otobüse binmek için Meşrutiyet Caddesinden aşağıdaki durağa doğru yürürken ev arkadaşımdan bir mesaj geldi. İşten eve yeni girmiş ve bu kez kim bilir hangi radyodan diline doladığı şarkıyı atmıştır. Açıp fısıltı gibi bir ses ayarında dinlemeye başlıyorum. Arkadaki melodi tam 'Sarhoş kafayla yürürken bağırarak söylemelik şarkı' diye düşündürüyor. Tanrı iç sesimi duymuş olacak ki tam Karanfil sokağının yanından geçerken sokağın içinden bir sokak sanatçısı utangaç bir tavırla aynı şarkıyı söylemeye başlıyor. Adımlarımı yavaşlatıp sokağın girişinde duruyorum. Saat 23:00 ve ayaklarım 'Bunu duymak zorundasın' dercesine beni sokağa sokuyor. Bir kaç saniye sonra ise otobüsümü kaçırmak benim için sorun olmaktan çıkıyor. Sokak sanatçısının biraz ilerisindeki Dost'un kapı eşiğine çöküyorum. Nasıl olsa yarın hasta yatacağım. Ev arkadaşım ailemde, ailem kendi evimde kalacağımı düşünüyor. Yani eve geç kalmak gibi bir sorunum yok.

Ben bunları anlatırken artık sol tarafımda kalan melodik ses başka bir şarkıya geçiyor. Tanıdık ve hep özlemle andığım birini hatırlatıyor sıradaki şarkı. İyi gelmeyeceğini bile bile dinlemeye devam ediyorum. Zaman geçtikçe geniş sokaktaki kalabalık azalıyor. Her şarkı kalbimde yeri olan farklı bir hayatı hatırlatıyor bana. 

Size de olur mu öyle? Bir şarkıyı ilk kez dinlediğinizde "Bu şarkı kesinlikle bunundur" der misiniz? Benim zihnimdeki her şarkı, kalbimdeki her insanla birleşmiş gibidir. Kimi özlesem onun şarkısını açar defalarca dinlerim. Sanki o kişiyle buluşmuşum, birlikte bir şeyler yapmışız, ona sarılmışım gibi mutlu olurum. Bunu yapmak o kadar iyi gelir ki her seferinde pek çok insan garipsese de vazgeçemem.

Sokağın tenhalaştığını fark eden bir genç kız sokak sanatçısının açtığı gitar kabına bir kaç bozukluk atıp koşar gibi metroya ilerliyor. Karanlıkta beni fark etmeyişi sanki onu daha da telaşlandırmış gibi hızlı hareket ediyor. Ben ise içten içe korkusunu hissediyor, en azından metroya girene kadar arkasından bakıyorum. 

Bugünün son şarkısı da sanırım bitmek üzere. Sokağın tenhalığını fırsat bilip sindiğim kuytudan çıkıyorum. O ilk şarkıyı bir kez daha dinleme arzusu ıslak alçı gibi yapışıyor zihnime. Adını bile bilmediğim bir şarkıyı nasıl isteyebilirim ki acaba? Tam o an aklıma ev arkadaşımın attığı mesaj geliyor. Şanslıyım, adını yazmış. Aceleyle cebimdeki tüm bozuklukları çıkarıp gencin karşısına dikiliyorum. En sevimli yüz ifademi takınıp "Rica etsem o ilk söylediğiniz şarkıyı söyler misiniz?" diyiveriyorum. Soru beklemediği yerden gelmiş gibi şaşkın şaşkın bakıyor yüzüme. Neyse ki çabuk toparlayıp başını sallayarak onaylıyor. Sesiyle birlikte o tanıdık duygu bir kez daha sarmalıyor beni. Her kusurunu bilen ama yine de şefkatle sarılan bir arkadaşın kolları gibi güvenle sarılıyor melodi omuzlarıma. Gökyüzüne tekrar bakıyorum. Burnumun ucuna düşen minik kar beni onaylıyor. Bu kez bildim.

14 Oca 2021

Meltem

Bir pazar tanıdım onu. Adı gibi bir anda girdi hayatımıza. İnce, uzun, zerafetiyle göz dolduran bir kadındı. Yürürken kendisinden önce uzun sarı saçlarının endamı ve mis gibi bir deniz kokusu gelirdi. Ne güzel kadındı Meltem abla, babamın biricik aşkı...

Mahalleli için "yuva yıkan kötü kadın"dı. Oysa bilmezdi mahalleli, o yuvayı asla kurmayanın annem olduğunu. Esmer, yanık tenli annem hiç sevmedi babamı. Onun kalbi bir yağız Bahriyelide kalmıştı. 

Annem ile babam ne arkadaş olabilmişlerdi ne iki yabancı. Arafta kalan ilişkileri, hiç kurulmayan yuvamız, Meltem ablanın mahalleye gelişiyle tamamen yıkıldı. Onlar boşandıktan sonra hâlâ dantelli çoraplarla gezen ben, iki tarafında arzusuyla annemle kaldım. 

Annem bana karşı hep özenli, hep dikkatliydi. Kolalı yakam boynumdan eksik olmazdı. Ayakkabılarım hep cilalı, hep temizdi. Elbette üstüm başım kadar sağlığım da kıymetliydi annem için. Otuz metre uzaktan üşüdüğümü anlar, üzerime bir hırka geçiriverirdi. Bana karşı bu kadar sevgi dolu olan kadın nasıl babamdan esirgemişti bu sevgiyi anlayamazdım. 

Bir haftasonu babam beni lunaparka götürmek için evimizin önünden aldı. Kırmızı rugan ayakkabılarım ve saçımdaki kurdele ile bayramlık hediye paketi gibiydim. Yolda giderken babam beni kendisi için değerli biriyle tanıştırmak istediğini ancak bunu yalnızca ben istersem yapacağını söyledi. Yeni biriyle tanışmak... neden olmasındı? 

Sahildeki küçük taburelerin olduğu bir yere gittik ve... o geldi. Annemden çok farklı, annem kadar güzel ve benim gibi kırmızı ayakkabılı! Önce olanca zarafetiyle babamla selamlaştı, sonra benimle. "Benimle tanışmak istediğine çok mutlu oldum Tomris. Seninle tanışmayı çok istiyordum. En sevdiğin şekeri, en komik bulduğun arkadaşını sana sormak istiyordum" dedi. O bunları söylerken babam gözlerinin içine kadar parlayarak dinliyordu onu. Ben ise babamın o bakışını gördükten sonra içimden "Limonlu şeker ve Zülfikar" demiştim bile. 

Biraz sohbet ettikten sonra beni lunaparka götürdüler. Ben istemiştim bizimle birlikte gelmesini. Onun olduğu yerde babam gülüyordu. Sanki babam kimsenin açamadığı bir lambaydı ve onu Meltem abla açabilmişti. Sırf bunun için bile sevebilirdim onu. Ama o bununla yetinmedi, sevilecek milyonlarca şey daha yaptı. 

Babamla evlendi. Annem ile düşman olmak yerine benimle haber yollayıp tanışmak istediğini söyledi. O kadar güzel arkadaş oldular ki... Üzerime toz düşmesinden korkan annem beni kendi elleriyle bıraktı haftasonlarında ona. Ev her zaman mis gibi taze yasemin kokardı. Yaptığı limonlu kurabiyeleri anlatmam mümkün değil. Sevmediğim her şeyi onunla sevebilmeyi, tahammül etmeyi öğrendim. 

Mahalleli ne derse desindi. O benim hep ablam, yol göstericim, koltuk değneğim oldu. Annemin yerine geçmeye hiç çalışmadı. Yıllarca annem ile babam arasında oluşan o büyük boşluğu doldurdu. Asla kıskanmadı. İyi ki esti, iyi ki girdi hayatımıza. Bitmeyen bir masal yaşattı hepimize.

29 Eki 2020

Tekne

 Gürültüden biraz olsun uzaklaşabilmek için güverteye çıktım. Önümde Kuleli Askeri Lisesi’nin heybeti, Boğaz köprüsünün altından geçmek üzereyiz. Yorgunum. Hem fiziksel hem de mental olarak. Tam 3 yıllık emeğimin son imzasını bugün attım, kuzenimi nişanladım ve bir iş arkadaşımın nikahına katıldım. Zorlu ama güzel bir gündü. Şimdi bulunduğum teknedeki çılgın kalabalığın gürültüsünün daha az hissedildiği güvertede günü kapatmak üzereyim. 


4 yıl önce bugünü yaşayacağım ölsem aklıma gelmezdi. Nefretle okuduğum bir lisans, uyuşmazlıklarla dolu bir ilişki ve kaldıramayacağı yüklerin altında ezilmiş dolayısıyla yetersizlik hissini sonuna kadar tatmış ben. Yirmili yaşların başında insanın ne olacağı belli olmaz derlerdi de inanmazdım. “10-15 neyse aşağı yukarı öyle olur. Tek fark reşitlik” diye düşünürdüm. Meğer konuşanlar ne haklılarmış. 25 yaşında evlenebilirsin, çocuk doğurabilirsin, boşanabilirsin, işe girip çalışabilirsin, okula dönebilirsin, araba kullanmayı öğrenebilirsin; daha neler neler. Ben bir kitabın üzerine ismimi yazdırmaya karar verdim; yazar olarak. 


Nilgün Marmara’nın intiharı başarıyla sonuçlandığında eşine “Eşinizin yazdığını biliyor muydunuz?” diye sormuşlar. Eşi de “Yani... masanın köşesine ilişir pıtır pıtır bir şeyler yazardı ama ne yazdığını hiç söylemedi” demiş. Bunu okuduğum kitabın yazarı “İnsanlar böyledir işte. Siz ne yaptığınızı söylemezseniz hiç umurlarında olmaz” diyordu. O yazarın da haklı olduğunu 25. yaşımda anneme “Anne öykü kitabım basılıyor” dediğimde “Sen kitap mı yazdın?” cevabını alınca anladım. Haklıymış. 


Şimdi uzaktaki bir kayıktan buğulu bir ses yükseliyor. Bir erkek sesi. Hiç bilmediğim bir şarkıyı söylüyor sakince. Elinde gitarıyla uzanmış, sanki yıldızlara söylüyor şarkısını. Kırgın, kaçmış ya da anlatmaya hiç cesaret bulamamış gibi içindekileri haykırıyor. Acaba beni görürse huzursuz olur mu diye düşünüyorum. Bir yandan da insani bir duyguyla acısını paylaşabilmek derdindeyim. Keşke bu tekneden o minik kayığa atlayıversem ve desem ki “Kalbindeki her neyse bir gün yolunu bulacak. Üzülmek yerine garip bir tebessümle anımsayacaksın”. Oysa onun söylediği şarkıda “Dalgalar beni savururken ona sarılmak isterdim. Ama teknede o yok. Bana hiç sarılmayacak” diyor. 


Ayakkabılarımı çıkarıp güverte korkuluklarının arasından bacaklarımı sarkıtıyorum. Boğaz’ın serin suları tabanlarıma sıçrıyor. Genç adam başka bir şarkıya geçti ama seyircisini yıldızlar kabul etmeye devam ediyor. Gözü beni görecek durumda değil. İşime geliyor. Onun kırgın sakinliğiyle yorgunluğumu bırakıyorum Boğaz’a. 


Ankara’dayken hayal ettiğim bir an vardıysa o kesinlikle bu. Dört yanı İstanbul’la bezeli odamdaki tek İstanbul hayalim. Yaşayacağıma hep emin olduğum ve hayaliyle yaşadığım tek an. Öyle pek hayal kuran biri değilimdir ancak kurduğum hayalleri de asla bırakmam. Bu kendimde en beğendiğim huydur. Oysa ben, kendimi de pek beğenmem. Hep sıradanlaştırırım kendimi. Hatta bunu o kadar iyi yaparım ki yazım yeteneğim olduğunu üniversite gazetesinde köşe yazımı okuyan bir profesör söyleyene kadar fark etmemiştim bile. “Yok hocam estağfurullah. Ne yazısı ne yeteneği. Tanıdığım en beceriksiz insanım ben.” demiştim bir çırpıda. Ama sağolsun o beni desteklemeye devam etti. 


Başlarda inançsız şekilde yazıyordum. Köşeye koyduğum bazı yazıların birbirini tamamlar gibi duruşunu fark edince de onları diğerlerinden ayırıp üzerinde çalışıp birleştirmeye karar verdim. Enteresan bir şekilde gittiğim ilk yayınevi 500 kopya ile basıma karar verdi. Dünya üzerinde 500 kişinin benim yazdığım bir kitaba sahip olacağı düşüncesi oldukça garipti. Sonuçta kendimi bildim bileli defterlerimin arası çeşitli tarzlarda yazıyla doluydu. Yani yazmaktan bahsediyoruz. Kedi eğitmiyordum ya... 


Bir hafta öncesine kadar da böyle düşünüyordum evet. Kimseye göstermediğim yazılarımı kimseye okumadığım için mantıklı olarak kimsenin yetenekli olduğum konusunda bir haberi olmamıştı. Dolayısıyla benim de yetenekli olduğumu fark edebilmem pek mümkün olamadı. Hep kendimi bomboş insan sandım. Oysa okyanus sahibiymişim. 

23 Eki 2020

Yasemin

Sevgilim, 

Küçük kızımız bugün 4 yaşında. Geçen gün rüyasında seni gördüğünü söyledi ve büyük bir heyecanla hiç görmediği seni, bana anlattı. Öyle bir anlatışı vardı ki döndüğüne yemin edebilirdim. Sahi geldin mi? Geldiysen lütfen benim yanıma da gel. Beni kendinden mahrum bırakma. O seni hatırlamıyor, bense seni unutamıyorum. Yani uğraman gereken yer benim!


İnsan kendi evladını kıskanır mı? Ben kıskanıyorum. Deli gibi kıskanıyorum hem de. Sırf hayalin onun göz kapaklarının arkasında belirdi diye canımı verebileceğim evladımı kıskanıyorum. 


Hatırlıyor musun doktor ‘Kızınız olacak’ dediğinde sevincinden aldığın nefesi bırakamamıştın. Doktordan çıkarken henüz doğmamış kızını büyüdüğünde nasıl ‘elin adamı’na vereceğinin hesabını yapıyordun. ‘Prensesimi veremem öyle ite kopuğa’ demiştin. Hatta doktora bile ‘Ben bu kızı nasıl evlendireceğim?’ diye soracaktın da ben tutmuştum seni. 


Arabaya bindiğimizde radyoda Tuğkan’ın ‘Civciv’ şarkısına denk gelmiştik. Durduk yere ‘Küçük civcivim, güzel kızım, dünyam benim’ diye şarkıyı söylemeye başlıyordun. Biliyor muydun gerçekten bir küçük civciv gibi sapsarı kızımız olacağını? Hissetmiş miydin sana bu kadar benzeyeceğini? 


Ah... hayat bize niye bunu yaptı? Niye bizi kopardı? Keşke hep birlikte gitseydik. Keşke hiçbirimiz geride kalmasaydı. 


Evlenmemize bir kaç gün kala ‘Hayattaki en güzel başarım senin kalbine girmekti ama bunu ne zaman başardım bilmiyorum. Senin için hep ‘Duvarları var onun, aşamazsın’ demişlerdi. Ben o duvarı nasıl aştım?’ demiştin. Düşünüp düşünüp bulamamıştım. Oysa ben senin kalbine hangi gün girdiğimi biliyordum. 


Yeğeninin kolu kırılmıştı. Hastaneye gitmeye çalışıyordunuz ama araban arıza yapmıştı. Köprünün ortasında kalmıştınız. Köprüde sizi görüp ben götürmüştüm hastaneye. Yağız’ın o iç çekişi hala kulağımda. Nasıl korkmuştu... Ablanın telefonu kapalıydı, ulaşamamıştık. Yağız, ameliyattan sonra aldığı narkoz yüzünden beni annesi sanmıştı. Sarılıp ‘Anne canımı çok acıttılar’ diye ağlamış, beni bırakmamıştı. O kucağımda ağlarken bana bakışını görmüştüm. Yabancı bir kadının kucağında yeğenin... Farklı bakıyordun ama anlamlandıramamıştım. Ne kadar da safmışım! Ablan gelene kadar Yağız kucağımda uyuyakalmıştı. O uyuyunca ben de işe dönmüştüm. O gün senin bana aşık olduğun gündü. Benim sana aşık olduğum günse ofise çiçek yolladığın gündü. Yasemin demetinin içindeki not Yağız’ın ağzından yazılmıştı ama o cümle kesinlikle senindi. 


Senden sonra yaptığım en kolay şey kızımıza isim vermek oldu. Düşünceni bilmiyordum ama çok seveceğini düşündüğüm bir isim verdim. Yasemin... Onun kokusunda seni bulmak beni hayata bağladı. Onun kokusu için yaşıyorum ama kalbimde senin aşkınla öleceğim. Seni çok seviyor ve özlüyorum. Lütfen gelmeyi unutma. 


Karın...

16 Eki 2020

Siyahın Aydınlığı

 Bu hikayeyi nereden anlatmaya başlasam bilemiyorum. Aslında anlatması gereken kişinin ben olduğumdan bile emin değilim. Belki Eda anlatsa çok daha ayakları yere basan şekilde anlatırdı ama benim bunu birine mutlaka anlatmam gerek. Bu bir aşk hikayesi.


Başta kendisi olmak üzere herkesin ‘asla evlenmez’ dediği asi arkadaşım bugün yüzlerce davetlinin önünde ‘sonsuza dek evet!’ diye bağırdı ve onun böyle bağırmasını sağlayan adam benim 3 aylık çalıştığım şirketten arkadaşım. Nasıl yaptım ettim bilmiyorum ama hayatımın en büyük başarısı bu. 


Her şey benim doğum günümü kutlamaya karar vermem ile başladı. Eda’nın tüm burun kıvırıp negatiflik yüklemelerine rağmen bir kafeyi tek gecelik kiraladım. Süslemeleri kendi ellerimle yaptım. Tüm o kasnaklar, balonlar hepsi benim emeğimle mekandaki yerlerini aldılar. Bronz, lacivert ve beyaz. Tanıdık geldi mi? Ravenclaw! Doğru! Konseptimiz Harry Potter ve Hogwarts dünyasıydı ve ben (ünlü bir reklam ajansında reklamcı olarak topuklular üzerinde seke seke ceylan gibi yürüyen ben) bir çocuk gibi doğum günü kutladım. Planım çocukluk hayalimi otuzumu bulmadan gerçekleştirmekti ve başardım. 


Tüm planı Eda’ya anlattığımda ‘Cidden cüppe ve asayla çocuk gibi parti mi yapacaksın?’ dedi. O an onun bir Slytherin olduğuna karar verdim ve tüm ikna becerimi kullanarak kendisini partime gelmeye ikna ettim. 


Kafenin kapısından o yeşil astarlı cüppeyle girdiğinde hissettiğim gururu anlatamam. Simsiyah beline gelen düz saçları ve yeşil gözleriyle muhteşem bir Slytherin kızı olarak karşımdaydı. Beklemediğim şey telefonla konuşurken kulak misafiri olan Okan’ın Gryffindor cüppesiyle gelecek olmasıydı. Kapıda gelenleri karşılarken bir anda ‘Selam Sinem!’ dedi ve içeri girdi. Tam bir Okan hareketidir, emin olabilirsiniz. Neyse ki biraz fazla girişken olmasının dışında pırlanta gibi çocuktur. Ama ben onu o zamanlar bilmiyordum. 


Panikle ‘selam’ diyebildim. Arkamdan Eda zavallı Okan’ı sesimdeki panik yüzünden gözleriyle esir almıştı bile. 


Tüm kutlama boyunca Eda, bir tabure üzerinde elinde gazozla etrafı duygusuz bakışlarla izledi. Okan ise hayatımı kurtardı diyebilirim. Işıklar patladığında tamir etti, ses sistemi sorun çıkardı; o çözdü. Adeta benim için gün kurtarmaya gelmiş bir melekti. O telefonu duymasa hiç haberim bile olmayacak bir melek. 


Kutlamadan bir kaç gün sonra Eda bana geldi. O minicik mutfağımda muhteşem mezelerini döktürürken telefonum çaldı. Okan... Muhtemelen yeni aldığımız projeyle ilgili bir şey soracaktı. Belki tasarımla ilgili bir şeydir diye düşünerek açtım. 


- Sinem bu saatte arıyorum kusura bakma ama ben bugün bir kitabı ofiste unutmuşum. Renkler ve Reklamcılık diye dergi tipinde bir kitap. Ofise geldim baktım ama bulamadım. Görevli Sevinç abla senin öyle bir kitabı aldığını söyledi. Sende mi acaba kitap? 


- O senin miydi? Kusura bakma ya... Ben aldım evet onu. İstersen hemen getirebilirim.


- Yok yok, sen evdeysen hiç gelme. Ben birazdan gelip evinden alabilirim. 


- Ah çok iyi olur o zaman. Bekliyorum. Görüşürüz. 


- Görüşürüz. 


Telefonu kapattığım an Eda’nın yeşil gözleriyle karşı karşıya kaldım ve bir anda korktum. 


- Ay ödümü kopardın be. İnsan haber verir geldiğini! 


- Kim geliyor?


- Okan. Merak etme yemez. Kitabını almışım çocuğun. Alıp gidecek. 


Beş dakika sonra kapı çaldı. Açtım ve kitabını verdim. Tam o sırada Eda geldi ve hiç beklemediğim bir şey söyledi. 


- Meze sever misin? Fazla yaptım istersen sen de gel, ye. 


Eda’yı hayatımda ilk defa ikinci kez gördüğü biriyle iletişim kurarken görmüştüm. Sesi soğuk ama kurduğu cümle bir o kadar da samimiydi. Normal bir insan bunu garip karşılardı ama o kişi Okan olduğunda durum böyle değildi. 


- Çok sevinirim. Teşekkür ederim. 


Ve içeri girdi. Yaklaşık bir saat sonra Eda gülüyordu. 20 yıldır nadiren güldüğünü gördüğüm en yakın arkadaşım iki gündür tanıdığı birine gülüyordu. Gülmeyi ağlamak kadar zayıflık sayan Eda, gülüyordu. Önce sarhoş olduğumu, sonra rüya gördüğümü düşündüm. Şaşkındım. 


İlerleyen günlerde Eda’nın güldüğü anlar arttı. Kahkaha bile attığına şahit oldum. Aynı dönemlerde Okan’ın girişimci ruhu biraz durgunlaştı. İçine kapanma gibi değildi ama belirgin biçimde sakinleşmişti Okan. Önce ne olduğunu anlayamadım. Sonraları Eda yavaş yavaş Okan’ı sormaya başladı. Okan ise artık iyice dalgınlaşmıştı. Ofisteki işlerin teslim tarihlerini karıştırmaya başladığında kenara çekip konuşmaya karar verdim. 


Kenara çektim ve sesimin soğuk olmasına dikkat ederek ‘Okan’ dedim. ‘Çok çok çok özür dilerim Eda hanım. Biliyorum biraz fazla dalgınım. Lütfen affedin’ dedi ve hızla uzaklaştı. Eda’ya o gün hiçbir şeyden bahsetmedim ancak Okan’ın durgunlaşma nedenini anlamıştım. Eda’nın düşüncesini anlayabilmek içinse küçük bir oyun oynamam gerekti.


Doğum günümü kutladığım kafeyi bu sefer yılbaşı için kiraladım ve partiyi maskeli balo şeklinde tasarladım. Tek koşul herkes kendi benliğine zıt şekilde giyinecekti. Eda bunu öğrendiğinde beni yine oldukça şaşırtarak heyecanlandı ve ne giyeceğini düşünmeye başladı. Kararını verdiğinde ise yine şaşırdım. Çünkü balerin olmaya karar vermişti. Yani konsepte tam uyumluydu. Tüm dövmelerini özel kapatıcılarla yok etmişti, saçlarını tepeden topuz yapmış, üzerine pembe bir tütü giymişti. Muhteşem yaptığı makyajı, ayağındaki pointlerle tam anlamıyla bir balerindi. 


Okan ise daha ilginçti. Üzerinde 17. yüzyıl Fransız aristokratlarına özgü bir takım elbise, başında dönemin tablolarında gördüğümüz beyaz peruk ve akordeonu anımsatan yakasıyla tam bir Barok tablosundan fırlamış gibiydi. Çalıştığım şirkette yazılım mühendisi olduğunu bilmesem gerçekten tablodan kaçtığına yemin edebilirdim. 


Doğum günü partisinin aksine pek çok insan gibi yan yana oturup kurabiye yiyip sohbet ettiler. Tombalada kıyasıya mücadele ettiler. Gece olduğunda Okan bizi evimize bırakmak için ısrar etti. O kadar yorulmuştum ki karşı çıkacak gücü bulamadım. 


Sabah mutfaktan gelen hafif müzik sesiyle uyandım. 


- Günaydın Şirine. Umarım yastığının rengini fark etmişsindir. Etmediysen de az sonra fark edeceksin. Bir de lütfen yeni hazırladığım ekmeklerimi maviye boyamadan önce yıkan. Seninle konuşmak istediğim bir şey var. 


Dün gece Şirine olarak katılmıştım partiye ve Eda Şirine esprisi yapıyordu. Hem de kendinden çok farklı şekilde. Orada ayıldım. Gece ne yüzümü temizlemiştim ne de yastığa kılıf geçirmiştim. Odama gittiğimde gördüğüm manzara yastıkla sınırlı değildi. Tüm yatağım beyaz çarşaflarıyla birlikte masmavi olmuştu. Önce güzel bir duş aldım ardından çarşafları değiştirdim ve karnımın ziline boyun eğip mutfağa doğru yol aldım. 


Eda dalgın bir şekilde peynirle oynuyordu. Karşısına oturup ‘Konuş bakalım ne anlatacaksın biricik arkadaşına.’ dedim. 


- Ben galiba aşık oldum.


- Ne? Kime? Nasıl? Ne zaman? Nerede? Niye? 


- Yavaş yavaş. Galiba dedim. Emin değilim. 


- Sen kim olduğunu söyle ben sana emin şekilde söylerim olup olmadığını.


- Okan. 


- Aşık oldun. 


- Nereden biliyorsun?  


- O da sana aşık çünkü. 


- Ne? Nasıl? Ne diyorsun kızım sen? Ben dalga geç diye mi söyledim ama ya? Bel altı vurmaktır bu. 


- Yoo gayet ciddiyim. Nasıl anladığımı da söyleyeyim. 


- Söyle


- Şimdi sen benim 20 yıllık arkadaşımsın. Değil mi? 


- Evet


- Sen benimleyken güldüğünün 5 katı kadar son iki haftada güldün. Net aşıksın. %100! 


- Onun bana aşık olduğunu nereden çıkardın? 


Dalgınlaştı. Varlığıyla şirketi birbirine katıp herkesin içinden acelesiyle geçen Okan durgunlaştı. Teslim sürelerini bile karıştırır oldu.


- Diyorsun. 


- Diyorum ve eminim. Sen de yakında görürsün. Bak buraya yazıyorum. 


Bu konuşmadan iki hafta sonra Okan kendisine verdiğim gazla (ki niyeti olanı güzel gazlarım) Eda’yı yemeğe çıkardı. Bir ay sonra ona onu sevdiğini söyledi. Bir ay bir hafta sonra birbirleri için ne kadar değerli ve farklı olduklarını hissettiler. Bir sonraki hafta ben İstanbul’daki bir şirketten iş teklifi aldım ve İstanbul’a taşındım. Altı ay sonra Eda ağlamaklı bir sesle ‘Sana çok ihtiyacım var.’ diyerek aradı. İşlerimi ayarlayıp Cuma akşamı eve uğramadan direkt yola çıktım. Gece yarısı benim eski, Eda’nın yeni evinin önündeydim. Zili çaldıktan saniyeler sonra Eda’yı boynuma sarılmış, koklayarak öperken buldum. 


- Eda, boğuluyorum. Nefes almam lazım


Ay özür dilerim, diyerek ellerini çözdü. O an parmağındaki ışıltı dikkatimi çekti ama belli etmemeyi tercih ettim. 


- Sana ihtiyacım var deyince atladım geldim. Kötü bir şey olmadı değil mi? 


- Yok yok merak etme olmadı. Benim gelinliğime karar vermek için sana ihtiyacım var. 


- Ne dedin sen? 


- Gelinlik diyorum gelinlik. Slytherin cüppesiyle evlenemem herhalde. 


- Bir daha söyle. 


- GE-LİN-LİK HANİ NİKAHTA, DÜĞÜNDE GİYİLEN BEYAZ ELBİSE. 


- Haydi be! Aaaaaa! Tebrik ederim! Kiminle? 


Kafama yediğim o şaplağa gerçekten ihtiyacım olduğunu yedikten sonra anladım. Okan... Okan benim Pandora’nın kutusu arkadaşımı tam anlamıyla değiştirmişti. Gözlerimin önünde, sevgiyle, şefkatle, sakinlikle benim arkadaşımın dünyasını aydınlatmıştı. O kadar güzel açtırmıştı ki o güneşi üzerine, başta Eda olmak üzere hiç birimiz garipsemedik. 


En yakın arkadaşım bugün dünya evine girdi. ‘Aşık olmayacağım. Evlenmeyeceğim.’ diyen isyankar arkadaşım beyaz ışıklar altında neşe içinde ‘sonsuza kadar evet’ dedi. Şu an İstanbul’a, sabah işimin başında olmak için güzel şehrime gidiyorum. Arabaya binerken Eda elime çiçeğini tutuşturdu ve ‘sıra sende’ dedi. ‘Ben aşık olmayacağım, evlenmeyeceğim.’ dedim, gülüştük. Sürücü koltuğunun yanındaki koltukta bana göz  kırpan buketim ve ben İstanbul’a gidiyoruz

13 Eyl 2020

Yalnızlık

Fark ettim ki herhangi bir günde fotoğrafımı çekecek bir tanıdığa sahip değilim. Komik ama bunu uyumadan önce saçlarımı tararken aynada kendimi gördüğümde fark ettim. Fark ettiğim anda tarak saçlarımın arasında daha yarı yolu bile bulamamışken kalakaldı. Komik çünkü uyumadan önce saçlarını tarayan kimseyi de tanımıyorum. Aslında tanıdığım kimsenin olmayışından kaynaklı da olabilir bu. Tüm tanıdıklarım romanların satırlarında bahsedilen karakter ve tiplerden ibaret. 

Sanırım bazı şeyleri baştan almam gerekiyor. Böylelikle zihninizdeki ‘Bu yazı nereden çıktı karşıma?’ sorunuza bir cevabım olur. Hem kim bilir, belki yalnız değilimdir o kadar da. 
Adım... adımın bir önemi var mı? Yani beni tanımanız için bir ada ya da kaç yaşında olduğum bilgisine ihtiyacınız var mı? Belki siz sokakta yürürken yanınızdan aceleyle geçtim, hatta omzunuza çarptım. O zaman da merak etmiş miydiniz adımı? Yoksa çarpanın olduğunu umursamadan ‘pardon’ diyip geçtiniz mi? 

Sahi siz hiç birinin fotoğrafını ‘Sakın kımıldama. Işığın şu an şahane, fotoğrafını çekmem gerek!’ diyip çektiniz mi? Benim hiç çekilmedi. Kimse ‘Işığın şahane’ de demedi. Belki tanıdığım olmadığı içindir. Neyse aynı yere dönmeyelim şimdi. 
Peki hiç gece lambası ışığında elinize oje sürdünüz mü? Böyle bordo falan... Sizce de çok zor değil mi? 

Ah ne saçmalıyorum ben? Kırk yıllık yalnızlık bir gece vakti ansızın yenilen pestilin şekeri gibi başıma vurdu. Acaba yavru kedi mi alsam? Bakabilir miyim ki? Yoksa onun da canı benim gibi şu duvarlar arasında sıkılır mı? Sever mi beni acaba? Kedilerin böyle şeyleri pek umursamadığını okumuştum. Köpek mi alsam yoksa? Şöyle küçük, işten geldiğimde neşeyle kuyruk sallayan bir yumurcak. Olmaz mı? 

Olmaz mı... Birazdan kırık bir parkenin altına koyacağım belki bulunmayacak,  belki 60 yıl sonra yıkıntılar arasında bulunacak basit bir kağıttan cevap bekliyorum. İnsan be tuhaf bir mahluk. Sesinin bir fısıltısının duyulmayacağını bile bile yine de bağırarak şarkı söylüyor. Beni dinleyen, duyan, hisseden bir hava molekülü bile yok ve ben oturmuş sanki biri beni duyuyormuş gibi bir şeyler anlatıyorum. Garip şey şu yalnızlık... 

26 Ağu 2020

Çifte Kumrular

Gemisi karaya yöneldiğinde gördüğü ilk şey ışıl ışıl parıldayan şehrin ışıkları oldu. Bu ışıkları ne zaman görse içini çocuksu bir sevinç kaplardı. Ancak karaya ayak bastıktan üç gün sonra gözlerini yine ufuk çizgisine kilitlenmiş halde bulacağını biliyordu. Çocukken de karpuza doyunca gözleri kavun arar üç gün sonra yine karpuz diye ağlardı. Bu aklına gelince tatlı bir tebessümle limana yanaştı.

Tekneden inen ‘sosyetik güzel’ ile ‘yakışıklı oyuncu’nun ardından kendini marinanın pürüzsüz tahta zeminine attı. Az önce indiği marinanın bir benzerine inmesine iki günü vardı. İki gün boyunca bu ışıltılı yerde bir otel odasında kalacaktı. Muhtemelen bölgedeki en lüks oteldi kalacağı yer. İstanbul’dan görev verildiğinde teknenin anahtarını almak için gittiği şirketteki delikanlı, imalı bir imrenme ile vermişti anahtarı.

Önce oteli bulmalıydı. Elindeki adrese göre 5 dakikalık bir sahil yolunda yürümesi gerekiyordu. Tam tahmin ettiği gibi beş dakika sonra otele girişi yapılmış, ‘sosyetik güzel’ ve ‘yakışıklı oyuncu’nun özel tekne kaptanı olarak lüks bir otelin kral dairelerini aratmayan odasına yerleşmişti. Yerleşmek derken 2 gömlek bir şort ne kadar yerleştirilebilirse o kadar yerleşmişti. Yemek yedikten sonra otele yürürken dikkatini çeken pazar yerine şöyle bir bakmaya karar verdi. Günlerdir denizde, iki cıvık sevgiliyle küçücük teknede sıkışıp kalmıştı. Biraz yürümenin iyi geleceğini düşündü. Yerleştirdiği gömleklerden birini sırtına geçirdi. Altına bir şort giydikten sonra telefon, cüzdan ve oda kartını alıp kapıyı çekerek kapattı.

Renkli ampüllerle aydınlatılan pazar yerinde yürümeye başladı. Annesi için pamuklu, üzerinde renkli çiçek desenleri olan zarif bir fular aldı. Parasını pazarcı kadına verirken annesinin ‘Yavrum ne zahmet ettin? Kendine alsaydın bir şeyler. Teşekkür ederim bitanem’ diyen sesini duyar gibi oldu. Tezgahtan ayrılırken annesini özlediğini hissetti ve görüntülü arama başlattı. Saniyeler sonra annesinin ‘Mehmet... Can... ah canım oğlum. Nasıl geçti yolculuğun yavrum?’ diyen tombul yüzü karşısındaydı. Yedi cihan bir araya gelse vazgeçemeyeceği tek insanın annesi olduğunu düşündü. Bir süre konuştuktan sonra telefonunu kapattı ve cebine koydu. Ardından sahilde biraz daha yürümeye karar verdi. Bankların sıralandığı sahilde yürürken bir genç kız omzuna hafifçe çarptı. O kadar hafifti ki bu çarpışma ikisi de nasıl olduğunu anlayamadı. Sadece bir anlığına Mehmet gördüğü yüzü tanır gibi oldu. Kavisli düzgün kaşları, iri ela gözleri ve narin bedeniyle zarif bir silüete sahipti genç kız. Bir acelesi var gibi değil de her zaman vaktinde gittiği bir yere yine vaktinde yetişmeye çalışır gibiydi.

Ertesi günün sabahında resepsiyonun telefon sesine uyandı. Telefondaki kişi tekneyle getirdiği çiftin sağlık problemleri nedeniyle gezinin kalan aşamalarının iptal ettiğini ancak otel ücretleri dahil olmak üzere tüm gezi ücretlerinin ödendiğini söylüyordu. Yani istediği zaman tekneyle evine dönebilirdi. Uyandırılmış olmanın verdiği moral bozukluğuyla duşa girdi. Ancak duştan çıkmak üzereyken tekneden getirmediği bazı eşyaları olduğunu hatırladı. Mecburen otelin çelenkli logosunun bulunduğu kalın beyaz banyo havlusunu beline sardı. Fit vücuduna sarılı olan havlu aynadan oldukça garip geldi gözüne. Hızlıca kurulandıktan sonra eşyalarını tekneden almak üzere odasından çıktı.

Dönerken dün akşam çarptığı kız geldi aklına. Sanki... sanki tanıyor gibiydi ama bir o kadar da daha önce görmediğine emindi. Ne kadar güzeldi gözleri... O bunları düşünürken sağ omzuna birisi çarptı. Minik sarsıntının etkisi henüz geçmemişken ipek gibi bir ses ‘Çok... çok pardon.’ dedi. Dün çarptığı kız... ‘Kusur... kusura bakmayın. İki gündür size çarpıyorum. Çok afedersiniz’

Mehmet kızın yüzündeki hücreleri ezberler gibi ela gözlerinde takılıp kalmıştı. Nereden tanıdığını kızın gözlerindeki renk değişimlerinden anlayabilecekti sanki. Duruyor ve yalnızca bakıyordu. Genç kız hipnoz olmuş gibi gözlerinin içine bakan bu genç adamın bir anda kendisini anlamıyor olabileceğini düşünerek sırayla İngilizce, Fransızca ve İspanyolca söylediklerini tekrarladı. Turist miydi acaba? Belki yolunu kaybetmişti. Akasya hayatında ilk defa ona böyle derin bakan birisinin karşısında kendisini çaresiz hissetti. Bu çaresizlik kendisini tanıtma, isterse ona yardım edebileceğini açıklama ihtiyacı hissettirdi.

- Merhaba. Ben Akasya. Kaybolduysanız size yardımcı olabilirim.

Mehmet tam bu noktada kızdan gözlerini ayırabildi. Akasya... Demek adı buydu. Ne kadar güzel tınlıyordu kulakta.

- Mehmet ben. Dalmışım kusura bakmayın. Kaybolmadım.

- Ah Türkmüşsünüz. Kaybolmadığınıza sevindim, iyi günler Mehmet bey.

Mehmet yine aynı yerde, aynı kızın arkasından bakakalmıştı. Mesleğini duyduktan sonra o edepsiz şakaları yapanlar, Mehmet’in şu halini görseler ne düşünürlerdi acaba?

Otele döndüğünde lobide zafer bayramı kutlamaları kapsamında bir maskeli balo yapılacağını ve herkesin bu baloya davetli olduğu yazılı afişi gördü. Daha önce hiç maskeli baloya katılmamıştı. Nasıl bir şey olduğu merakıyla katılmaya karar verdi. İhtiyacı olan tek şey bir maskeydi. Tam bu sırada afişteki minik yazı dikkatini çekti. ‘Arzu eden misafirlerimiz kostümlerinin üzerine otelimizin vereceği maskelerle katılabilirler.’ Evet, o baloya gidecekti.

Akşam olduğunda otelin bahçesindeki sesler Mehmet’in odasına kadar geliyordu. Kaptan üniformasını giyip baloya indi. Resepsiyonda verilen renkli karton maskelerden beyaz ışıltılı bir tane aldı ve insanların arasına karıştı. Biraz dans edenleri izledikten sonra havuz kenarına yürüdü. Klor ve çeşitli kimyasallarla dengelenen suyun kokusu deniz kokusu yanında oldukça yapay geldi Mehmet’e. Denizin çok daha güzel bir kokusu olduğunu düşündü. O koku önce Kuleli’ye ardından Deniz Harp Okulu’na girmesine neden olmuştu.

Mehmet bunu düşünürken yanındaki şezlonga askeri pilot üniformalı bir kadın oturdu. Siyah sımsıkı toplanmış saçları gecenin loşluğunda bile fark edilebiliyordu. Rüzgarın getirdiği kokusu ise yine tanıdıktı. Dikkatle baktığında dün gece çarptığı ve bugün adını öğrendiği Akasya olduğunu fark etti. Fark edilmemiş olmanın rahatlığıyla uzun uzun genç kızın yüzünü inceledi. İki gündür hissettiği tanışıklık duygusuydu onu bu kadar cesaretli kılan. Bir anda onunla gerçekten tanışmak, sohbet etmek, bilmediği bu hayatın içinde var olmak istediğini fark etti. Bu nedenle sakince kızın yanına gidip ‘Merhaba Akasya hanım. Ben Mehmet. Kusura bakmayın dün ve bugün size oldukça kaba davrandım. Hatamı telafi etmek için size meyve suyu getirdim.’ dedi. Daha dün gece tesadüfen tanıştığı bu adamın düşüncelerini bu kadar nahifçe anlatışı Akasya’nın kalbinde Mehmet için bir yer açmasına neden oldu. Böylelikle arkadaşlarının ‘çifte kumrular’ diye takıldığı o derin aşk resmen başladı.