29 Şub 2020

Mürekkep

İstanbul’un tarihî yarımadasında bulunan eski bir semt burası. Kimileri için yalnızca bir semt, kimileri içinse -benim gibi- başını sokabileceği bir ev; Vefa’dayız. Birazdan güneş batacak, insanlar yorgun bir halde işlerinden okullarından çıkıp evlerine gitmek için metroya ya da otobüse yetişmeye çalışacak. Belki biri beni görüp başımı okşar, bir kap su verir diye yıllardır burada; Şehzade Cami’nin avlusunda yaşıyorum. Biliyorum, ev diyince kapılı pencereli bir yer hayal etmişiniz ama kader. Ben de isterdim Nişantaşı’nda kaloriferli bir evin koltuğuna çıkıp sokaktan telaşla geçen insanları kibirle izleyen parfümlü bir kedi olmayı ama maalesef ki çöp kokulu bir sokak kedisiyim. 

Adım Mürekkep. Az ilerideki üniversitenin öğrencileri bir mürekkep kolisinin içine sığınmış halde, henüz kuyruğunu bile dik tutamayan bir yavruyken verdiler bana bu adı. Annem hakkında hiç bir fikrim yok. Zaten yavruluğuma dair hatırladığım en eski şey denizden esen o lodoslu günde kolinin içinde bulunmam. Bir öğrenci buldu beni. Sevgilisiyle buluşmak için hızlı hızlı yürüdüğü sırada yakalarını kaldırdığı kaşe montunun cebindeki parçalanmış peçeteyi çöpe atmak istemese belki de şu an yaşıyor olamayacaktım. Hayatımı bir peçete kurtardı inanabiliyor musunuz? Pantolonunun hışırtısını annemin sesi sanmış, karnımın aç olduğunu anlatabilmek için bağırmaya başlamıştım. Annem beni duymadı ama o duydu. 

Veterinerlik Fakültesine götürdüler hemen beni. Bir süre orada tedavi gördüm. Sonra sahiplendirmek istediler ama kimse istemedi beni. Niye istemediklerini bilmiyorum. Belki tüylerimin rengini sevmediler, belki bakamayacaklarını düşündüler. Bilemiyorum. Eskiden çok düşünürdüm niye beni kimse sahiplenmedi diye. Sonra bir kadının ağlayarak çocuğunu cami avlusuna bıraktığını gördüm. 'Pati kadar bebeğe bakamayan insanlar bana mı bakacaklar?' diyip birilerinin bana evini açmasını umut etmekten vazgeçtim.

Neyse, nerede kalmıştım? Hah!.. Kaçışımı anlatacaktım. Fakültedeyken dışarıyı çok merak ettim. Güneşi, yıldızları, ağaçları merak ettim. O kadar merak ettim ki dayanamayıp kaçtım oradan. Yavruydum hala tabi. Beni bir yerlerde bulup orada beslemeye devam ederler, yatacağım yerlere battaniye koyarlar sandım. Öyle olmadı. Soğuk havada üşüdüm, aç kaldım. Bazı küçük insanlar bana ellerindeki dondurmalardan vermek istediler. Tam yiyecektim ki onların 'Anne\Baba' dedikleri dev insanlara yakalandık. Küçüklerin patilerinden tutup 'Hayır! O pis! Dondurmanı yediremezsin' diyerek çekiştirdiler. Çok alındım. Ben her saat kendimi temizliyorum bi kere, tamam mı? Ayrıca kedinin yüzüne yüzüne 'Sen pissin' denir mi? Ayıp canım! Bizim de bir onurumuz gururumuz var.

Şimdi biraz büyüdüm ya, her şey daha kolay olmaya başladı. Artık ağaçlara çıkabiliyorum. Böylece köpeklerden de kaçabiliyorum. Bazen öğrenciler kurumuş poğaçalarından, bazen Kasap Salih atılacak kurbanlık ciğerlerinden veriyor; karnımı doyuruyorum. Bazen de küçük insanlara sokulup iki mırlıyorum, gizlice dondurmalarından veriyorlar bana. Geceleri de caminin imamı sağolsun kapının önündeki paspasta yatmama izin veriyor. Ama gündüz gelen beyaz bıyıklı insanlardan bazıları kızıyor bana. Çeşmeden çıkan sudan fışkırtıyorlar elleriyle. Yazın iyi oluyor, serinliyorum da kışın çok üşüyorum. 

Eyvah geliyor bizim Şerafettin! Benim saklanmam gerek. Beni bulursa mamalarımı sakladığım yeri öğrenir. Ben kaçıyorum. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarda argo ve benzeri kelimeler kullanmamaya dikkat ediniz.
Türkçenin imla kurallarına uymaya özen gösteriniz.
+18 içerikli yorumlar yapmayı aklınızdan geçirmeyiniz.
Facebook ve Twitter Türkçesiyle yazılmış; k ve v harfleri yerine q,w,x harfleri kullanılan yorumlar okunmadan silinecektir.